7 Mart 2008 Cuma






KAPİTALİST SİSTEM SONUNU GETİRİYOR


Amerika’da bir deyim vardır:

“Hayat eğlencedir” diye…
Hayatı bir eğlence, oyalama, avunma, nefsi ve hevesatı için yaşama olarak görüyor.

Bu bir hayat felsefesi onlarda. Amerika’da tişörtlerinin üzerinde bu ve benzerî yazıları çok yaygın görürsünüz.

Bu hayat felsefesine sahip olan insanların en büyük gâyesi haftada beş gün çok yoğun çalışmaktır.

Hafta sonları onların eğlence akşamlarıdır.
Bu onların hayal felsefesidir.
Her türlü sapkınlığı deniyorlar. Bir çok eyalette eşcinselliği normal âile kabul etme şeklinde yasal düzenleme var.

Bunlar insanlara tatmin vermiyor.
Neticede başka arayışlar var.
Bunun içindir ki, ABD’de bu boşluğu doldurma propagandasıyla Budizm çok yaygın.

Benim Risale-i Nur’dan anladığım kadarıyla biz Bediüzzaman’ın komünizmle uyarısını çok iyi anlamışız.

Komünizme karşı Nur talebelerinde ve Müslümanlarda çok iyi bir reaksiyon oluşmuş. Ama aynı şey kapitalizm felsefesine karşı oluşmamış.

Bediüzzaman,
“medeniyeti sefîhe” diye bahseder ve birçok yerde buna vurgu yapar.
Ama ona rağmen bu husus nedense çok iyi anlaşılmamış.
Anlaşılmadığı için de insanlar o sefahet bataklığına çok kolay bir şekilde aldanıp girebiliyorlar.

Halbuki, sefahat de komünizm kadar insanlar için tehlikelidir.

Amerikan rüyâsı, büyük araba, büyük ev ve her şeyin büyüğüdür.
Amerika’da küçük bardaklarla kimse çay içmez. Bardaklar bir sürahi kadardır.

Bundandır ki, Amerikalılar her şeyin en büyüğünü severler. Yani, hayatı bir harcama ve tüketme olarak anlarlar. Bu da onlara kapitalist ideolojiden gelmiştir.

KAPİTALİST SİSTEM SONUNU GETİRİYOR

Toplumu tahrip eden mânevî erozyona, kötü alışkanlıklara karşı Amerikalılar hangi tedbirlere başvuruyor? Çareyi nerede arıyorlar?

İnsan fıtraten huzuru ve saadeti arar.
Risale-i Nur’dan anladığım kadarıyla, kapitalist sistem mâneviyatı dikkate almazsa, kendi sonunu getirmiş olacak.

Çünkü, insan fıtratını tatmin etmediği için, sadece nefse hitap eden “medeniyeti sefîhe” sonuçta yıkılmaya mahkûm kalacaktır.

Buna “kapitalizmin mutluluk krizi” de diyebilirsiniz, “global kapitalizmin krizi” de diyebilirsiniz.

Burada bir insan var, insanın bir fıtratı, arzusu var, siz o insanı maddiyatla, nefisle tatmine çalışıyor ve gelişmiş ülkelerde göründüğü kadarıyla o insanı mutlu yapamıyor. Yapamadığı için de sistem çökmeye mahkûmdur.

Zira, fıtrata aykırı her şey sonuçta yıkılmaya mahkûmdur. Komünizm fıtrata aykırıydı, yıkıldı. Kapitalizmin de kendini ıslâh edip maneviyatı içine almazsa, sâdece sekülarizm üzerine giderse o da yıkılmaya mahkûm kalacaktır.

Amerikan halkı bilmediği için körün, kaybettiği bir şeyi aramasına benziyor.

Kaybetmişler, ama neyi kaybettiklerinin farkında değiller.

Dolayısıyla arıyorlar: ellerinde tuttukları şeyleri “hakikat” zannedip misk-û amber gibi yüzlerine gözlerine sürüyorlar.

Amerika’da bir mâneviyat arayışı var, karşılarına Budizm çıkıyor, buna sarılıyor.

Budizm aslında kendi içinde çelişkileri olan bir inanç sistemi.

Ama Budizm Amerika’da çok yaygın.

Budistler geliyorlar insanları amûda kaldırıyorlar, yoga yaptırıyorlar; insanları mutlu ettiklerini söylüyorlar.

Hatta Amerika’daki bir eyâlette belediye başkanı yaklaşık beş bin tane Budisti Amerika’ya getirtti.

Sebebini de, “O Budistler topluma yardım edecekler, toplumdaki insanların uyuşturucu kullanımını azaltacaklar, insanlar suç işlemeyecekler” diye bir beklentileri var.

Dolayısıyla bir arayış içerisindeler.

Kısacası, liberal kapitalist sistemde yıkım var.

Kapitalizmin “en iyi sistem” olduğu artık bir yalan…

Ve bunun içindir ki, İslâm’ı tanıtan ve öğreten hizmetler çok büyük önem kazanıyor…

MUTLULUK İLÂÇLARIYLA BEYNİ MANİPÜLE ETMEYE ÇALIŞIYORLAR

Bu en güzel bir şekilde Matrix filminde gösterilmiştir.

Amerikalıların yaptığı bu film aslında Amerikan sistemini en iyi anlatan filmlerden bir tanesi.

Kapitalist sistem aslında bir Matrix’tir.

Kapitalist sistem size bir dünya meydana getiriyor.

Yapmacık bir dünya. Ama o yapmacık dünyayı “hakikat” gibi algılıyorsunuz.

Sizi bir rüyâ içerisine koyuyor; rüyâyı hakikat algılıyorsunuz.

Orada oyunculardan birisi diğerine, “Sen derin bir uykudayken rüyâ gördüğünde o gördüğün rüyâyı hakikat olarak hatırlarsanız, o rüyânın rüyâ olduğunu bilmenin imkânı var mıdır?” diye soruyor.

Rüyadasın, rüyâ görüyorsun ve rüyâda hakikat diye biliyor…

O'nun rüyâ olduğunu bilme imkânın yok.

Tek yolu dışarıdan biri bir şekilde seni uyandırdığında hakikate uyandığın zaman hakikatı ifâde edecektir.

Kapitalizm de böyle bir rüyâdır.

Kapitalizm rüyasının içerisinde, uyuyup o rüyâyı görenler hakikati göremezler, suçları yok. Çünkü, uykuya devam ediyorlar. Siz onları hakikate uyandırdığınız zaman size bin teşekkür ediyorlar.

Ama onları hakikate uyandırana kadar da onları suçlamaya hakkınız yok. Çünkü, birileri onları uyutmuş.

Dolayısıyla o arayış içerisinde her türlü yola başvuruyor.

Meselâ, kapitalist sistem ona mutluluk ilâçları sunmaya çalışıyor.

O ilâçlarla beynini manipüle edip oradan uzak kaldırtmaya çalışıyor.

Amerikalıların İslâm dünyasına karşı bir korku geliştirdiğini söylemiştiniz. Sizce bu korku neden kaynaklanıyor ve nasıl giderilebilir?

Bu tamamen bilgi eksikliğinden ya da yanlış bilgilere sahip olmaktan kaynaklanıyor.

Amerikalıların İslâm dünyası hakkında bildiği şeylerin büyük çoğunluğu yalan yanlış şeylerdir.

Bu da onları yanlış yönlere sevk etmektedir.

Fakat biz Müslümanlar olarak onlara doğru bilgiyi verebiliriz. Onların İslâmı ve Müslümanları doğru şekilde anlamak için ihtiyaç duyacakları gerçekleri bizler onlara anlatmalıyız. Böylece bu korku ortadan kalkacaktır. Bizlere diyalog yolunda büyük sorumluluklar düşmektedir.

Ancak biliyorsunuz Amerika güçlü bir ülke ve vatandaşlarının bu korkusunu politik bir malzeme olarak kullanıp, işgallerle çıkar sağlıyor. Böyle bir ortamda ne yapabiliriz?

Size şimdiki zamandan bahsetmiyorum. Ben size gelecekten bahsediyorum. Ben size ve herkese şunu söylemek istiyorum, asıl güçlü olan Müslümanlardır. Asıl güç imanlı olandadır. Amerikalıların asıl saldırdığı televizyonlarda medyada sansasyonel olarak şişirilen ve şiddetle bağdaştırılan sun’î İslâm imajıdır. İslâmı ve Müslümanları gerçekten bilmiyorlar. Halbuki Amerika’da çok Müslüman var. İşte onlar Amerikalılara İslâmın aslında ne olduğunu ve ne olmadığını yaşantılarıyla göstermeliler. Müslümanlar ellerindeki güç ve sorumlulukla bu kutsal görevi yapmalılar ve yapacaklarına inanıyorum. Ama bu komplike ve uzun süreli bir sorundur. Dolayısıyla çözülmesi için zaman ve çaba gerekiyor.

Risale-i Nur’un bu sürece etkisi sizce ne yönde olur?

Risale-i Nur bir Kur’ân tefsiri olarak Kur’ân’daki hakikatleri, Müslümanların özelliklerini ve İslâmın güzelliklerini insanlara anlatmada güzel bir yoldur.
Biz Müslümanlar olarak okumaya başlamalıyız. “İkrâ” emrini uygulamalıyız. İnancımızın bize neleri söylediğini öğrenmeliyiz. Bizler açık bir şekilde İslâmın ruhunu ve özünü anlamalıyız.

Ancak Kur’ân’ı bir bütün olarak anlamak gereklidir. Sadece tek bir âyeti ya da tek bir sûreyi alıp ona göre hareket etmekle Kur’ân’ı anlamış olmazsınız. Kur’ân bir bütündür. Bir tane âyeti alıp sonra bunu politik reaksiyonlarınıza dayanak edinmek doğru bir davranış değildir. Ne yazık ki bir çokları bunu yapmaktadır.
Yapmamız gereken Kur’ân’ı ve Peygamberimizin hayatını tam bir bütünlük içinde ele almak ve öylece yorumlamak olmalıdır.

Risale-i Nur’lar bunun için uygun kaynaklardır. Müslümanlar Kur’ân’ın bizden istediği hayatı yaşadıkları zaman Amerikalılar da televizyonlarda gördükleri Müslümanlarla karşılarındaki Müslümanlar arasındaki farkı göreceklerdir.
Ben bu farkı gördüm, görüyorum. Çok Müslüman tanıyorum ki; her biri birbirinden harika insanlar.

Amerika’da şimdiki eşimle tanıştığım zaman bana Müslüman olduğunu söyledi. Onu seviyordum. Bunun üzerine İslâm’ı araştırmaya başladı, Çünkü gerçekten İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyordu.

Klasik bir Amerikalıydı işte.
Ve eminim bütün Amerikalılar da İslâm’ı O'nun bildiği yönleriyle bilseler şu an O'nun bulunduğu durumda olurlardı.

Eşim bana Müslüman olduğunu söyleyince hemen internetten hem Turkiye hem de İslâm hakkında bilgiler aramaya başladım.

Hatta hiç unutmuyorum İslâm ile ilgili girdiği ilk web sitesinin ismi “Fatiha” idi. İlk araştırmaları sonunda İslâmiyetin çok güçlü bir iman ve maneviyat dini olduğunu gördü..

O ilk kiliseye gittiğinde 16 yaşındaydı
babasi onu zorla götürmüştü açıkçası. O gidişten sonra O'nu tekrar kiliseye götürmek için çok çok uzun zaman uğraştılar..

Ancak İslâmiyeti araştırmaya ve bir şeyler öğrenmeye başladığı zaman bu dinde büyük ve güçlü bir gerçeklik gizlendiğini sezdi ve “Bu dinde birşeyler var” dedi. Sonraları bir mescide gitmeye karar verdi.

Neredeydi bu mescid?

Tabiî ki Amerika’da..

Siz Amerika’yı bir görseniz. Burada olduğu kadar cami vardır orada. Hatta çoğu camilerimiz buradakilerden daha ihtişamlıdır.
Antik yapılar, olağanüstü mimariler ve devâsâ büyüklükteki camiler vardır ve bunlar çok sayıdadır.

İşte gittiği cami bunlardan biriydi.

Devâsâ bir camiydi. İlk defa bir camide bulunuyordu. Eşimle beraber oraya gittik. Çok korkuyordu açıkçası. Tedirgindi. Çünkü önceden duydukları kafasinda ürkütücü bir cami havası uyandırıyordu.

Ama içeri girdiğin de kafasindaki imaj birden silini verdi.
Oradaki insanlar onu güleryüzle ve hoş bir şekilde selamlıyorlardı ve hepsi de çok hoş insanlardı.

Nihayet caminin görevlisine durumu anlattım.

Üç dört kişiyle birlikte caminin kütüphane bölümüne geçtik. Esim Müslüman olmak istediğimi anlattı..

Bir süre İslâmiyet üzerine sohbet ettik. O sırada ezân okundu ve namaz kılmaları gerektiğini söylediler.

Cami görevlisi ona “Sen de bir Müslüman adayı olarak namaza katılabilirsin” dedi.

Ancak o namaz konusunda hiçbir şey bilmiyordu. o sandalyeye oturdu ve bizler ön tarafa geçip namaza durduk.

Namaz sonrası aynı görevli cemaati topladı ve “Şimdi hayırlı bir tören gerçekleşecek. Bu kardeşimiz Müslüman olmaya karar vermiş ve şimdi şehadet getirecek” dedi.

heyecanlanmıştım.
ehadet ne demekti? Ne yapmam gerekiyordu bilmiyordum.

Zorlu bir tören olacağını düşünüp endişelenmeye başlamıştım. Nihayet yanıma geldiler ve görevli “Söyleyeceğim şeyi benimle beraber tekrar ediniz” dedi.

Ben de tekrar ettim.

Hepsi bir ağızdan “Aramıza hoşgeldin.
İslâmiyete hoşgeldin kardeşim” dediler.
Ben çok şaşırmıştım, tek yapabildiğim “Vav. Bu çok kolaymış” demek oldu.

Çünkü biliyordum ki iyi bir Hiristiyan olmak için bir çok kurslardan ve eğitimlerden geçmek, ağır imtihanlar vermek gerekiyordu.

Halbuki İslâm böyle değildi.

Bir cümle ile dâhil olabiliyorsun.
Tabiî ki Müslüman olmakla, imanlı olmak arasında çok fark var.
İkisi farklı şeyler. Üzerinizde Müslüman yazan bir etiket taşıyabilirsiniz.

Çünkü şehadet getirmişsinizdir. Fakat inancınız hakkında bir bilginiz yoktur. Maneviyatınız sıfırdır. Bu kategoride bir Müslüman olmaktan hep Allah’a sığındım. Ancak ne yazık ki böyle insanlar da yok değil.

Said Nursî de bu konuya çok önem vermiştir.
İnsanların kuvvetli bir imana ve inançları hakkında sağlam bilgilere sahip olmaları için çalışmıştır.

İmana kuvvet vermeye çalışmıştır.
Meselâ bir elmadan bahseder. Bu elmanın kendi kendiliğinden var olmayacağından, insanların da bunu yaratamayacağından bahseder.

Bu meyve bizim onu beğeneceğimiz tadı ve kokuyu nereden bilebilir? Nursî bize basit gibi görünen bir elma ile bize imanı anlatır.

O elmanın komplikeliğini gösterir ve var olmasının tesadüf olmayacağını bildirir ve bizi uyandırır.

Öyle ya!

Bir ağaç, elma yaratmayı nereden bilecek?
Biz Müslümanlar da Hıristiyanlar da bütün insanlar da bu tür şeylerin farkına varmalıyız.

Soluduğumuz havanın bile farkında olmuyoruz bazen. Yer çekimi, güneş, hava, her şey Allah’ın mucizesini gösteriyor, ama bize normal şeylermiş gibi geliyor.

Artık ciddî bir şekilde insanlar bu basit gibi görünen şeylerin altında yatan gerçekleri sorgulamalılar. Selam ve Dua ile

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi